KENTLER KİMİN İÇİN

By 31 Ocak 2020 Haberler

“Kentler kimin için?”

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nden Gözümüze Çarpanlar

 

 Kasabada doğup büyümüş bir çocuk olarak dört yıldır Türkiye’nin mega kenti İstanbul’da yaşıyorum. “İstanbul’da yaşamak” üzerine herkesin o kadar çok söyleyecek sözü var ki!

Peki, gerçekten yaşayabiliyor muyuz bu kentte? Barınma gibi en temel insani hakkımız sağlıklı bir şekilde karşılanmış bir şekilde yaşayabiliyor muyuz?

Buraya ilk geldiğim zamandan bugüne değişmeyen hatta bazen düşen gelirim ve artan kiralar ile ben yaşadığıma inanmakta inanın zorlanıyorum. Tam da bunlar üzerine konuştuğumuz uzun bir pazar kahvaltısı sonunda Kozalak Derneği olarak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nde Baskı ( Push ) filmini izleme imkanı bulduk.

Baskı ( Push) ; Fredrik Gertten tarafın çekilmiş 2019 yapımı bir film. Film, barınma sorununu bir insan hakları ihlali görerek bu çerçeveden inceliyor. Birleşmiş Milletler raportörü Leilani Farna’nın gözünden şehirde yaşamanın bizim için nasıl zor bir hale geldiğini izliyoruz. Leilani bir avukat ve filmde Avrupa’nın bambaşka kentlerinde yaşanan bu barınma sorununu, büyük yatırım şirketleri önderliğinde gerçekleşen “soylulaştırma” üzerinden anlatıyor. Anlatımda, UNDP’in Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarından olan; “yoksulluğa son”, “eşitsizliklerin azaltılması”, “sürdürülebilir şehirler ve topluluklar” ve “barış, adalet ve güçlü kurumlar” amaçları merkeze alınmış.

Soylulaştırma ( gentrificationa) kavramı ilk olarak 1964 yılında Ruth Glass tarafından ortaya atılmış. 60’larda Londra’da başlayan bu hareket; 80’lerde de Türkiye’de de yansımalarını bulmaya başlamıştır. Soylulaştırma, bir bölgenin mekânsal olarak yenilenmesinden çok daha fazlasını ifade eden bir kavram aslında. Şöyle ki; otuz yıldır doğduğunuz mahallede yaşadığınızı düşünün. Hatta babanız bile sizin yaşadığınız o mahallede geçirmiş çocukluğunu. Burası, İstanbul’un yerlilerinin olduğu bir mahalle, oldukça merkezi bir konumda fakat eski bir mahalle. Ve bir yatırım şirketi bu mahalleye giriyor ardından oraya bir toplu konut inşa ediyor. O konutların altına da bir Starbucks patlatıyor. Mahallenizdeki kiralar hooop uçuşa geçiyor. Yaşadığınız evin kirasını ödemeyen siz, İstanbul’un; belki ileride soylulaştırılacak ama şimdilerde ücra bir köşesinde yaşamak için taşınmak durumunda kalıyorsunuz. Peki, bu kent gerçekten kimin için?

Bu süreç ilk başlarda planlanmamış gelişigüzel bir şekilde ilerliyordu. Türkiye’deki örneklerinde de bunu görmek mümkün. Soylulaştırma Türkiye’de ilk olarak 80’lerde Kuzguncuk’ta, bölgeye bir mimarın yerleşmesi ve orası için rehabilitasyon programı hazırlatmasıyla ortaya çıkmış. Bununla birlikte Kuzguncuk’ta yaşayan insan profili ve mekanlar değişime uğramaya başlamış. Yine 90’larda gerçekleşen Cihangir örneğinde de planlanmamış süreci görmek mümkün. Bu bölgeye yerleşen bir ressam ile dönüşüm süreci başlamış Cihangir’in de. Ama şimdilerde soylulaştırma titizlikle planlanan bir şey ve yabancı yatırımcıların da gelir kaynağı durumunda.

Filmde şöyle bir cümle geçiyordu beni çok etkileyen; “Bir bilgisayar almak için onun merkezinde gitmek yerine bayisinden alabiliriz ama mahallemizde bir kahve içmek için de mi şirketlere (Starbucks’ı kast ediyor) ihtiyacımız var?” Bu cümleden yola çıkarak yerelde, yaşadığımız yerlerde kazandığımız ve harcadığımız paranın kendi içinde bir döngü yaratmasının önünde büyük şirketlerin oluşturduğu engeli görebiliriz. Filmde ülke içinde bir sirkülasyon geçirecek ekonominin şimdilerde soylulaştırma ile  dış pazara çıktığına dikkat çekiyordu. Bizim yaşamamız gereken yerlerde yaşayan onlarca şirket… Kulağa pek iyi gelmiyor. İstanbul gibi bir metropolde zaten kazandığımız paranın neredeyse üçte ikisini kiraya veren bizler için mahallemiz neresi peki?

Filmde hem bu soruları kendimize sorumaya devam ediyor hem de Londra’dan İsveç’e, Berlin’den Seul’a bu soylulaştırma adı altında neoliberal kent politikaların mağduru olmuş halkın yaşadığı süreçlere tanık oluyoruz Leilani ile beraber. Film bize müthiş pembe bir dünya sunamıyor başlamasından bitimine kadar. Hatta gerçekçi zemininden de hiç sapmıyor. İzlerken “neler yapılabilir?” diye Leilani ile biz de kendimize çokça soruyoruz ve sonunda kırık da olsa bir gülümsemeyle, neler yapabileceğimize dair bir fikir ve atılan adımların umuduyla ayrılıyoruz.

 

Psk. Dan. Nagihan Demirsu

Farkındalık Çalışmaları Sorumlusu